13 Aralık 2020 Pazar

Başlayabilmek!

Merhaba, planlı yaşamanın hayatı ne kadar kolaylaştırabildiğini bildiğimiz halde neden bunu yapamadığımız ile ilgili yazmak istiyorum. Güne başlarken kafamızda yapmamız gerekenler sıralanıyor birer birer. Gün sonunda ise tam bir hüsran. Ertesi güne de etkisi olacak bu durumu değiştirmek o anda mümkündü aslında. Bizi tüm o yapılması gerekenleri yapmaktan alıkoyan ne? Buna verilecek cevap tatmin edemeyince insan çıldırıyor. Daha önce söylediğim gibi anda kalıp anın hakkını vermek gerekiyor çünkü saniyeler öncesinde o an gelecekti bakın şimdi de o an geçmiş oldu. 

Kişisel wellbeing şeması çıkarmak planlı yaşamak için iyi bir adım olacaktır. Sağlık, aile, sosyal katılım, ekonomik güven, umutlu olma, eğitim gibi başlıkların teker teker üstesinden gelmek gerekiyor. Bunların hangisinin ne kadar önemli olduğunu söylemek güç. Sonuçta bireysel bir şema çıkarıyoruz. Üstesinden geldikçe oluşan rahatlama hissi artık sizi yeniliğe, değişime açık hale getirecektir çünkü endişelenmeniz gereken şeyler azalacak ve zaman yönetiminde başarı sağlamanız daha mümkün olacak. Anda kalmanın önemini bilerek gerekli planlamalar yapılacak ve geleceğin yükü de azalmış olacak. Bu aslında zincirlerle size bağlanmış koca bir yükü çekmek gibi. Şemaya eklediğiniz iyi hissetmenizi sağlayan şeyler aslında bir nevi yükü çekmenize fayda sağlıyor. Bunlar tekerler, yol, zincirin sağlamlığı gibi sayılabilir. Önünüz açık olacaktır çünkü binlerce seçeneğiniz var. Anlatınca çok kolay geliyor fakat olay biraz da basitleştirmekte yatıyor. Öyle ya da böyle yaşıyoruz tamam ama neden daha iyi nasıl yaşamamız gerektiği üzerine kafa yormayalım ki? Bu işi biraz yaş aldıktan sonra yapmak üzücü olacaktır fakat önemli olan herhangi bir anda yapmak. Karar vermek, başlamak, gerçekleştirmek...

Sağlıklı olmak bir hastalığa sahip olmama durumu değil sadece. Wellbeing kavramı yani bütünsel sağlık bize zihinsel, duygusal ve fiziksel anlamda sağlıklı olma durumunu ifade eder. Kendini zinde hissetme durumu örneğin bir işe başlarken motivasyonu sağlayabilecek güçte olmak, karşılaşılan her duruma belirli ölçüde dayanıklılık gösterebilmek gibi. Bu şemada belki de en önemli olanın fiziksel sağlık olduğunu söyleyebiliriz. Sağlıklıysan bir işe başlamadan önce çözmen gereken büyük bir sorun olmadığını fark ediyorsun ya da diğer sorunların hafif şeyler olduğunu. Sanıyorum beyin kendini hasta olarak kodladığında ne yaparsanız yapın etkili olmuyor. Bu yüzden inançlı olmak gerekiyor başaracağına, sağlıklı ve bir nevi tam hissettiğine. Fiziksel sağlığı korumak için sağlıklı beslenmek, egsersiz yapmak gibi örnekler sayabiliriz. Duygusal ve zihinsel sağlığın temini için ise meditasyon, sosyal hayatın, eğitim hayatının iyileştirilmesi için atılan adımlar sayılabilir. 

Carpe diem, quam minimum credula postero. Latince, Latince bilip bilmediğine bakmadan her seferinde diğer dillere göre daha vurucu oluyor. Bu sözde denildiği gibi anı yaşamak gerekiyor, yarına güvenmeden. Öte yandan da yarını düşünmemek geleceğini inşa edememeye yol açacak. Bu dengeyi kurabilmek de gerçekten zorluyor insanı. Planlı olmanın önemi de burada ortaya çıkıyor. Yapılması gereken sürekli gelecekte yapacağın şeyleri düşünüp anı heba etmek değil. Hele de günün 24 saat olduğunun fakındaysan. Önündeki engelleri görmek ve kendini tanımak adına yukarıda bahsettiğim şemayı çıkarıp bunların üstesinden gelmek ve sonra günü parçalara bölerek yarının yükünü hafifletmek ve o günün geçmişe dönmeden tadını çıkarmak. Bunun için de başlamak gerekiyor. Günü güzelleştirmeye, yarınlar için kendine emek vermeye... 



30 Eylül 2020 Çarşamba

A FLEUR DE TOİ

Merhaba, bu sefer yeni bir şeyler denemek istedim. Sevdiğim şarkıları çevirmeye çalışacağım, yabancı dilimi geliştirme adına yardımcı olacağını düşündüm. Kağıt kalemle uğraşmak eskiden çok keyifli gelirdi fakat sanıyorum artık ben de klavyenin büyüsüne kapıldım. O yüzden önceden de keyifle yaptığım çevirilere bu platformdan devam edeceğim. Hikayeleri olan şarkılara yer vermek istiyorum bu etiket altında fakat bu seferlik bu şarkı için yazabileceğim büyük bir hikayem yok. Sesini çok sevdiğim Slimane isimli sanatçının en sevdiğim parçalarından olan A Fleur De Toi isimli şarkısı ile başlıyorum. Dinlediğimiz tüm şarkıların bir anısı mutlaka oluyor, bu şarkıyı sanıyorum ilk kez yurt odasında dinlemiştim. Duygusal bir anıma denk gelmiş ve beni büyülemişti. Bazı insanlar hayatınıza girer ve çıkış yolu onlar için kapanır. Bu şarkının hikayesi de bunu anlatıyor. Diğerleri geliyor, gidiyor ama akılda zaten kalıcı biri var. Şarkı hayatında biri varken başkası için yazılıyor. Çok acı verici ve çok gerçek bir durum. 

Korkunç bir çeviri olabilir Fransızca bilen okuyucular için ama benim hedefim profesyonel bir çeviriden ziyade dil geliştirmek. 

Umarım şarkı bana hoş geldiği gibi sizin kulağınıza ve ruhunuza hoş gelir.

 

https://www.youtube.com/watch?v=TtW_QqXN0Hc

https://open.spotify.com/track/4JY1FSA7txTVKWJWkHrUo2?si=VIvxR-RFT-yG7v6_couBAA


Şarkı Sözleri (Fransızca)

Les jours passent mais ça ne compte pas, j'ai tant de mal à vivre, ivre
Günler geçiyor ama saymıyorum, pek kötü yaşamak mecburiyetindeyim, sarhoş
De ce parfum si différent du tien, pire 
Bu parfüm seninkinden farklı, en kötüsü
J'ai compté chaque minute qui me retient à elle
Beni ondan alıkoyan tüm dakikaları saydım
Comme si j'étais mon propre prisonnier
Kendi tutsağımmışım gibi
Ça fait bientôt un an qu'elle m'a sauvé de toi
Yaklaşık 1 yıl oldu o seni benden kurtardı
Souvent, je me demande où j'en serais pour toi
Sık sık senin için nerede olacağımı merak ediyorum
Souvent, je me demande ce que tu fais, où tu es, qui tu aimes
Sık sık ne yaptığını, nerede olduğunu, kimi sevdiğini merak ediyorum
Sors de mes pensées!
Düşüncelerimden çık!
J'ai changé d'adresse, de numéro, merci
Adresimi, numaramı değiştirdim, teşekkür ederim
J'ai balancé tes lettres et tes défauts, même si
Senin mektuplarını ve hatalarını attım hatta
J'ai fait semblant d'avoir trouvé la force
Gücü bulmuş gibi göründüm
Je garde au plus profond de moi
İçimin derinliğinde sakınıyorum
Tout c'que tu m'as aimé
Bende senin sevdiğin her şeyi
J'essaye de t'oublier avec une autre
Seni bir başkasıyla unutmaya çalışıyorum
Qui tente en vain de racheter tes fautes
Senin hatalarını telefi etmek için boşuna uğraşan
J'essaye mais rien n'y fait, je ne peux pas, je ne veux pas
Deniyorum ama bir şey olmuyor, yapamıyorum, istemiyorum
Je n'y arrive pas
Oraya varamam
Je ne l'aime pas comme toi!
Onu senin kadar sevemem
Elle, elle, elle a tenté de me consoler, même si 
O, o, o beni teselli etmeye çalıştı, hatta
Elle n'a pas tes mots ni ton passé
O senin sözlerine ne de senin geçmişine sahip değil
C'est vrai mais elle n'a pas ton goût pour la fête
Bu doğru ama o senin zevkine sahip değil parti için,
pour la nuit, pour les autres, pour tout ce que j e hais
gece için, diğerleri için, nefret ettiğim her şey için
Elle a séché toutes mes larmes, tu sais
O tüm gözyaşlarımı sildi, biliyorsun
Elle a ramassé tes pots cassés
O kırık saksılarını topladı
Et elle a réglé tous tes impayés, tes impostures, tes ratures
Ve o tüm faturalarını, sahtekarlıklarını, üstü çizilmişliklerini ödedi
Tout c'que tu m'as laissé
Bana bıraktığın her şeyi
Elle m'aime comme une fou, elle me connaît par cœur
O beni deli gibi seviyor, beni ezbere biliyor
Elle me dit "je t'aime" parfois durant des heures
O bana ara sıra saatlerce seni seviyorum diyor
Mais elle ne sent pas ton odeur
Ama o senin kokunun tadını vermiyor
Pourquoi je te respire dans ses bras?
Neden senin kollarında soluk alıyorum?
Sors de mes pensées!
Düşüncelerimden çık!

20 Ağustos 2020 Perşembe

ÇUKURLAR ve DÜZLÜKLER

Merhaba, Sputnik Sevgilim kitabındaki Sumire karakteri gibi yazarak bir şeyleri anladığımı, bildiklerimi ve bilmediklerimi bir bütün olarak ancak bu yolla aktarabildiğimi fark ettim. Muhakkak beni anladığını düşündüğüm insanlarla kurduğum ilişkiler de bu amaca hizmet ediyor fakat hiç şüphe yok ki en çok bağ kurduğumuz insanla bile bir duvara çarpıyoruz. Bu platformu Buse'yi biraz dışarıda bırakarak doldurmak istemiştim fakat şimdi fark ediyorum ki insan kendinden uzaklaşamaz. Birinci tekili kullanmamak için çok uğraş verdiğim oluyor ancak işin ucu hep buraya, bana varacak. Bunun nedeni dediğim gibi insan kendinden uzaklaşamıyor, ne kadar bunun bilincinde ve isteği uzaklaşmak olsa dahi. 

Hep bir beklenti içerisinde olduğumu düşünüyorum. Aileden, arkadaşlardan, sevgiliden veya olaylardan, yaşanılanlardan hep bir beklenti söz konusu. Ben onlara, hayata ne verebiliyorum acaba? Bir yakınım beklentiyi düşük tutmanın mutluluk kapısını hep açık tutacağını söyler. Sanırım bu çok doğru bir yaklaşım. Tabii bahsettiğim umutsuzluk ve hayatın tüm yaralayıcı hamlelerini kabul etmek değil. Benim doğru bulduğum nokta hayat yolunun tozlu, çamurlu, çukurlu ya da tümsekli olabileceği gerçeği. Eğer asfalt olan, gölgeli, manzaralı bir yol çıkarsa karşımıza ne mutlu. Beklentin zaten pürüzsüz bir yol ise karşılaştığın azıcık bir kötü yol bile büyük bir hayal kırıklığı olur ama beklentin zaten bu ise iyi olana daha fazla sevinirsin. Öte yandan ayakkabılarını iyi seçmelisin bu yol için veya bir yağmurluk ile hazır olmalısın her an bastırma ihtimali olan yağmura. O tümsekleri aşacak kadar güçlü olmalı vücudun. Biliyorum çok zor böylesine hazırlıklı ve azimli olmak ama yaşmak bu işte. İsteğimiz o yolun sonuna kadar 'iyi' gitmek ise. 

Kendime haftalarca yorulmadan acıyacağımı biliyorum, vah başıma bunlar geldi ah neden böyle oldu diye. Bundan eminim. Emin olduğum diğer şey ise bir başkasının gözünde bu sinir bozucu olacaktır çünkü ben onun hayalindeki yerdeyimdir ve ayağıma bir kaç çakıl taşı değdi diye mırın kırın etmem onun için sadece şımarıklıktır. O çakıl taşı benim için kocaman bir kaya aslında, altında eziliyorum. Bazen kimsenin yardımını istemeyiz kendi başımıza onu yuvarlayabileceğimizden de değil o yükü onlara yüklemek istemediğimizden, belki gurur yaptığımızdan. Gelmek istediğim nokta herhangi bir nedenden hala o kayanın altında oluşumla ilgili. Bu kaya ölüm, işsizlik, yalnızlık, depresyon, sevgisizlik, asosyallik diye sayabileceğim herhangi bir örnek olabilir. Bunlar bir kaç itici güçle aşılalabilecektir fakat ilk başta bahsettiğim  yere tekrar gelecek olursak bunların aşılabileceğini düşünmek bir beklentiye girmek değil midir? Hani beklentiye girmek işleri zorlaştırıyordu, kişi için yıkıcı olma potansiyeli vardı? Birilerinin o kayaya el atmasını istemek mesela büyük bir beklenti. Hadi diyelim bir yardım eli var ve biliyoruz ki insanlar birlikte olunca kolayca atlatılabilir bazı şeyler. O beklentinin istediğin şekilde karşılanamaması veya bir şey beklememek halinde nasıl mümkün olabilir bu? Bir şey beklenmediği zaman yapılan şeyler kişiye ne kadar dokunabilir ki? Sonuçta etkiyi istemiyor ve bu yüzden gerçekleşecek etkiyi doğru şekilde içselleştiremez. Bu durumda kişinin kendini açması lazım, öyle ya da böyle. 

Genel olarak şu şekilde ilerlemenin aydınlatıcı olabileceğini düşünüyorum. Hayat yolumuzda bir çukur varsa beklenmedik veya öngördüğümüz ilk olarak bunu tartmak gerek. Genişliği, derinliği nedir yani önceden bildiğimiz sorunlarla bir kıyaslaması yapılarak en az hasarla nasıl atlatılacağını kestirmek için. Sonra kabul ettiğimiz ve tarttığımız bu çukuru aşmak için gereken ortamı hazırlamak yani yardımcı unsurları toplamak gerek. Bu bir yakınından alınan yardımla veya güçlendirdiğin biricik kendinle mümkün olabilir. Süreci yalnızca sen belirleyeceksin çünkü kendini en çok sen tanıyorsun, o çukuru sen ölçtün ve hamleye karar veren de sensin. Son olarak geriye bu çukuru aşmak gerekiyor. Birden fazla kez denemeyi, düşmeyi göze alarak. Biliyorum bunu aştıktan sonra illa bir yerde gölgeli, huzur verici bir yola sapacağız. O zamana kadar herkes için güç diliyorum.

Hayatınızdaki tüm aşılmaz sandığınız sorunlara umutla yaklaşmanız dileğiyle, hoşça kalın. ✋



10 Ağustos 2020 Pazartesi

BİLİNÇLİ RÜYA

Merhaba, hayal kurmak ya da benim tabirimle bilinçli rüya hali ile ilgili yazıyorum. Küçüklüğümüzden beri her daim  bize eşlik etsin istediğimiz hayallerimiz. Görselleştirdiğimiz düşüncelerimiz yani kurduğumuz hayaller gerçek hayatı şekillendirmede bize yardımcı oluyor. Baş edemeyeceğimiz bir durumla karşı karşıya kaldığımızda bir kaçış kapısı olma ya da karamsar bir anımızda aslında böyle de olabilir dedirterek bizi silbaştan yaratma gücüne sahip. Böyle sayabileceğimiz, yardımcı olduğu bir çok şey var. Rüyadan farkına ise yaratıcısının kontrolünde olması, yönlendirebilme diyebiliriz.  Binlerce olasılığı kafamızda kurmak, istediğimiz yerde istediğimiz kişi ile birlikte olabilmek, seçtiğimiz herhangi bir konu üzerine kendi çizdiğimiz yolda yürüyebilmek. Muazzam bir şey. 

Öte yandan gerçek hayatı unutmamak gerek ne kadar hayal kurarsak kuralım bizi bekleyen yalnızca bir hayat var. Evet ona yön verebiliyoruz fakat çoğu zaman hayalimizdekinin yanına bile yaklaşamıyor. Kurduğumuz hayallerde yaşayabileceğimiz onlarca hayatı, mekanı, zamanı, kişileri görüyoruz ancak elimizde olan bu çağ, bu coğrafya, bu beden, bu kişi... Demek istediğim kurduğumuz hayal sonrası gerçeğe dönmek suya yüz üstü çarpmak gibi olabilir. Bunu da kimse istemez, suyun soğuk olduğunu ve hatalı bir düşüşte can atıcı olabileceğini unutmamak gerekir. Sahip olduğumuz biricik hayatı yok şöyle yok böyle olsaydı diyerek, geçmişi değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz halde hayallerle oraya hapsolarak, geleceğin milyarca ihtimali arasında dans edip gerçekte harekete geçmezsek en önemli olanı yani anı kaçırırız. Böyle olursa da o an sadece dün olur veya gelecek şimdi haline dönüşür. Geçmiş değişmez, gelecek ise şimdiden yaşanmaz. 

Yukarıda bahsettiğim gibi hayal kurmak ve hayal dünyasında yaşamak arasında bir çizgi var. Sanıyorum kullanışlı olan hayal kurup rahatlamak, bir şeyleri öngörmek ve gerçek hayata daha güçlü bir şekilde dönmek. Ben kendi gerçekliğimden pay çıkararak başlarım hayal kurmaya yani her şey o kadar fazla uçuk kaçık değildir. Mesela en çok istediğim meslekteki Buse'yi ya da Buse'yi en çok yanımda olsun istediğim kişilerle birlikte hayal ederim. Kimse müdahale edemez benim oluşturduğum bu yapay cennete veya kimse çıkamaz ben istemedikten sonra, sanırım olayın en çekici yanı da bu. Herkesin yüzüne bir gülümseme konduruyorsun ve kötü diye niteleyebileceğin her unsuru bu alandan uzaklaştırıyorsun. Gerçekten cennet. Lisede bir erkek arkadaşım çok fazla hayal kurduğundan bahsetmişti, şaşırmıştım sanki bir tek ben hayal kurabilirmişim gibi. Kendime sessiz sakin bir alan oluşturum ve hafif bir müzik eşlik eder bana demişti. 5-10 yıl sonraki beni hayal ederim, okuduğum kitapları hayalimde tekrar yazarım demişti. Gerçekten beni tarif ediyordu, daha önce kimseyle konuşmadığım bu konuyu başka birinin ağzından duymak beni hayli şaşırtmıştı. Onun da hayal kurmak hayatının önemli bir yerindeydi, bir çok insan da olduğu gibi. Hayal kurmanın zihin açıcı ve umut verici etkisi bu insanlar tarafından keşfedilmiş olsa gerek. 

Sanıyorum kimse ağlarken, üzülürken değil sevdikleri ile sevdikleri şeyi yaparken hayal eder kendini. Peki çoğu insanın ortalama benzer hayalleri varsa insanların bu yapay cennete biraz da olsa yaklaşması gerekmez mi? Hayallerin sadece hayal olması mı gerekir, gerçek hayata uyarlanamayacak kadar hayal midir onlar? 

Hayallere umut bağlamaktan korkmayın, sevgiler. ✋


  

28 Haziran 2020 Pazar

GEMİDE DOLULUK

Merhaba, bu günlerde nesnelere neden fazla önem verdiğimiz üzerine kafa yoruyorum. Hayatımızı kolaylaştırdığı için mi, ulaşmanın zor bir süreç gerektirmesinden mi, bir şeylere anlam yükleme ihtiyacından mı? Bu sorulara nasıl cevap verilirse verilsin tatmin edici olmuyor. Nesneler değil öznelerle kurulan bağlar ya da hayatı onunla anlamlandırdığımız şeyler  asıl vazgeçilmezlerimiz olmalı. İnsanlar nesnelere verdiği değer yüzünden hayatın yüzlerini keşfetme fırsatını kaçırıyor. Bunun için vereceğim örnek uzun yıllarca biriktirilen, dokunulmayan sermaye sonucunda alınan taşınmazlar, araba, elektronik eşyalar olabilir. Çoğu insan bunu yapar veya hayalini kurar, bu basit istek gerçekleştiğinde ise hayatlarının gözdesi haline gelir. Sadece hayat kalitesini arttırmak için yapılan gerekli bir hareket olarak görülmesi daha akla yatkın. Bunlar sadece istenildiğinde alınıp satılan, anlam yüklemek için fazla değişken şeyler. Yenisi ve daha nitelikli olan karşısında güçsüzler. Oysa canlılarla kurulan bağlar farklı ve şüphesiz çok değerlidir. Bir yenisi olabilir fakat bundan ne aynı tat alınır ne de değiştiğinde daha iyisi olduğuna emin olabilirsiniz. Bunun için zaman ve kendinizi iyi tanımanız gerekir. Doğru bağlar kurulduğunda kişiler daha gösterişli olanı istemez. Hayat yolculuğumuzdan gelip geçici olanı ve geçmesini istemediklerimizi ayırt etmeyi bilmeliyiz.

Nesnelere önem vermenin şüphesiz bizleri hayata bağlayan rolleri var. Hedef oluşturmayı ve hedefe giden yolda becerilerimizi arttırmayı sağlar. Örneğin toplum birine yetişkin diyebilmek için ondan evlilik, meslek, ev, araba gibi şeyler bekler. Kişi bu beklentileri kendine amaç edindiğinde belki kuracağı aile ile hayatına giren çocuklar onu güçlü ve mutlu kılar. Çocuk yetiştirirken şevkati, sevmeyi öğrenir. Maddi unsurlar ise bu yapıyı ayakta tutar. Diğer taraftan zaten toplumun beklentilerini yerine getirmek için varını yoğunu ortaya koymak yanlış olduğu gibi  maddenin gücü karşısında sarhoş olma söz konusu. Kişi burada önemli olanın istediği şekilde inşa edeceği kimlikle mutlu olabilmek olduğunu kavramalı. Ne toplumun belirlediği kimliği doldurmaya çalışmalı ne de kendinin değil toplumun değerli gördüğünü elde etmek için uğraşmalı. Deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki insan küçük bir anın mutluluğunu hiçbir para biriminin ölçemeyeceği kadar yoğun yaşayabilir. Eğer kişi sadece maddi olanla ilgileniyorsa aşması gerekenleri bulmalı çünkü kaçırdığı mutluluk nesneleri elde etmekle telafi edilemez. Binbir zorlukla bir gemi elde edebiliriz ve seçtiğimiz limana varabiliriz fakat kaçıracağımız şey, gemiyi insanlarla doldurmak ve bu insanların bizle paylaştığı limanlara uğramak olur. Bu fevkalade çeşitlilik, birikim bizi hangi limanlarla tanıştırır, yolculukta hangi eğlenceli serüvenler atlatılır gerçekten bilmek istemiyor muyuz? Bu çılgın doluluk yerine şık ve gösterişli bir araç mı tercih edilmeli?

Hayatta önemli olanın ne olduğu birçok kişinin aklını kurcalar ve bunun karmaşık ve çok yönlü cevapları olur. Zaten herkes için aynı olması milyarlarca insan göz önüne alındığında mümkün değildir, mümkün olsa da bu sıkıcı olmaktan öteye geçmez. Farklılıkların bize sunduğu bol seçenekler sayesinde insan kendi değerlisini bulmakta zorlanmaz. Bu bazen şarkı söyleyebilme özgürlüğü iken bazen de yağmur kokusudur. Kadınların şarkı söylemesinin yasak olduğu veya kuraklık sonucu yağmur özleminin olduğu bir ülkede yetişmek bu anlamda insanların düşüncelerini değiştirir. Bu gibi koşullar dolayısıyla önemli olan, yüklenilen anlamlarla her zaman değişkenlik gösterir. Hayatımızdaki renklerin çeşitliliğine rağmen nesnelere tapma yolundaki direniş anlamsızdır. Eğer insan paranın en önemli şey olduğunu düşünürse sağlık, aile, duygusal bağlar, öğrenme gibi unsurları göz ardı etmiş olur. Bunun sonucunda kişi her yönden yalnızlığa mahkum olur. Yalnız kalmanın bazen faydalı ve huzur verici olduğunu kabul ediyorum fakat zorunlu yalnızlığın inceden inceye insanı tüketen bir durum olduğu aşikar. Sonuç olarak sanıyorum nesnelere diğer seçeneklere bakılmaksızın fazla değer atfetmek körlüktür.

Nesneleri aynı gözle gördüğümüz insanlarla bağ kurma dileğiyle, hoşçakalın. ✋



17 Haziran 2020 Çarşamba

HER YOLU DENEDİK Mİ?

Merhaba, insanlarla iletişim kurmanın, birilerinin fikirlerine dokunmanın, geri dönüt almanın, etkileşimin hayatımızda yeri nedir ile ilgili yazmak istiyorum. Öncelikle karşımızdaki kişi bizi anladığında yaşadığımız mutluluğu hatırlatmak isterim. Bu his bir tatmin veya gerçekten saf bir mutluluk olabilir. İki türlü de üzerimizde bizi rahatlatan bir etki bırakır. Peki nedir bu hisse sebep olan? Konuşma eylemini bilinçli ve anlaşılır bir dil ile yerine getiriyorsak doğru tepkiyi aldığımızda neden farklı hissediyoruz? Doğru tepkiden kastım ise karşıdakinin size olan geri dönütünün olumlu veya olumsuz sizi anlamış halde gelmesi. İletişime aç insanlar olarak tanımlıyorum bir çoğumuzu, bu açlığa sebebiyet veren de hem biz hem de diğerleri. Korku var anlaşılmama ve anlatamamadan kaynaklı ya da ümitsizlik, zaten anlaşılmayacak dediklerim diye. Hayatımızın bazı dönemlerinde, bazı kişilerle anlaşmakta zorluk yaşarız. Karşıdaki kişiye olan duygusal yakınlık bile bu kopukluğun önüne geçemeyebilir. Bu durumda bazen toleransla iletişimin sınırlarını zorlamak mümkündür bu fayda da edebilir fakat bazen de her yol denenmiş geriye kabul etmek dışında bir şey kalmamıştır.

İletişimde bulunan kişiler arasında benzerlikler varsa sağlıklı iletişim daha kolay kurulabilir. Örneğin benzer sermayelere (Bourdieu'nun capital tanımı) sahip değiller ve uzlaşmacı bir tutum sergilemiyorlarsa süreç yokuşa girer. Bunu önlemek için kişilerin anlayışlı ve açık olarak çaba göstermesi gerek. Tabii burada bahsettiğim büyük benzerlikler değil. Aynı okul, din, ırk, cinsiyet, siyasi görüş çok fazla çoğaltabileceğim bu örneklerin sağlıklı iletişim için olmazsa olmaz bir önemi yok. Büyük farklılıklara rağmen kurulan sağlıklı iletişimler, yürütülen ilişkiler var çünkü yapılan doğru tartışmanın iki tarafa da pozitif etkisi olmakta. Süreç onlar için ne yorucu ne de sıkıcıdır, muhtemel olan zihin açıcı olma özelliğinin ilişkilerini diri tutması. Tartışma, haklı çıkmak veya karşıdakini ezme hırsı gibi kötü emellerle değil açıklığa kavuşturma ve öğrenme hevesi ile yapıldığında tadından yenmez ve bu, güzel, ömürlük ilişkilere dönüşür.

İnsanlar bazen bir olaya fazla tepki verdiğimizi söyler ancak neden bu tepkinin aşırı olduğunu, onların normalini neyin belirlediğini söylemeden bunu yapar. Bu basit ve aklıma aniden gelen bir örnek. Varmak istediğim noktanın ise gerçekten iletişimi iyileştirmek adına en önemli dinamik olduğunu düşünüyorum. Her insan farklı kültürle, aileyle, eğitimle, sosyal çevreyle yetişiyor ve doğal olarak farklı bireyler oluyor. Bu basit gerçeği kabul ettiğimizde, insanların bizden farklı deneyimlediği hayata verdikleri tepkilerin binlerce olasılık içerisinde vücut bulmasının harikülade olduğunu görürüz. Bahsettiğim başkalarına aşırı gelen o tepkilerin o kişiye ait olduğu ve o kişinin normali olduğunu kabul etmek, sonra kendi doğrularınız üzerinden durumu karşılıklı değerlendirmenin ne kadar değerli olduğu. Öte yandan her insanı olduğu gibi kabul etmenin doğru olduğunu da asla düşünmüyorum. Örneğin sırf koşulları yüzünden canlılara zarar veren, doğaya saygısız biri haline dönüştüyse bu onun zayıflığının sonucudur. Böyle durumları kabul etmeden kendi doğrumuzu acaba dediğimiz bir açık kapı bırakarak savunmalıyız. O açık kapıya birileri bir gün muhakkak girecek ve bir değişimin habercisi olacak. Çoğu insan görüşlerine karşı çıkılmasın, kabul edilsin, onaylanma isteği tatmin edilsin diye ne yazık ki tartışmanın önüne set çekiyor. Bu yüzden karşıdaki ne söylerse söylesin beyine ulaşıp üzerine düşünmeden savunma mekanizmasını aktifleştirip sadece reddediyor. Oysa argümanlar sunulsa üzerine tartışılsa, ne faydalı olacak her ikisi için de.

Bu konu ile ilgili olağanüstü ve benim hayatımı gözden geçirmeme sebep olan bir araştırmanın üzerine yapılan konuşmanın linkini bırakıyorum. Sanıyorum bu videodan sonra iletişimin ne denli önemli olduğu daha net kafada yer eder.
https://www.ted.com/talks/robert_waldinger_what_makes_a_good_life_lessons_from_the_longest_study_on_happiness/transcript?language=tr

Her zaman değerli olanınız için savaşın ve karşınızdakinin değerini kabul edin. Kelimelerin gücüne bayılıyorum burada aslında karşınızdakinin değerli gördüğüne saygı duyulması gerektiğini yazmak isterken direkt karşınızdaki değerli ve onu kabul edin gibi bir anlam çıktı. İkisi de çok hoş oldu. Sağlıklı, mutlu, bol kazanımlı ömürler. ✋

13 Haziran 2020 Cumartesi

Usta Beni Öldürsene

Postmodern edebiyatın önemli temsilcilerinden olan Bilge Karasu 1930 yılında İstanbul’da doğmuştur. Öykü, roman, deneme türlerinde daha çok felsefi konular üzerine yoğunlaşarak yazmıştır. Göçmüş Kediler Bahçesi içerisinde 14 farklı öykü barındıran 1979 yılında yayınlanan öykü kitabıdır. 7. Sırada yer alan Usta Beni Öldürsene masalını değerlendirmeye çalışacağım. Eserde bol metaforlara ve betimlemelere yer verilmiş. Okurken çok fazla çağrışım uyandırıyor ve eser sizi tamamen içine alıyor. Sade bir dili olduğu söylenemez fakat okuyucuyu rahatsız eden bir anlam karmaşasından da bahsedilemez. Daha çok soyut ve imgesel düzlemde bir hikaye olduğunu söyleyebiliriz.

Eser usta çırak ilişkisi üzerinden ölümü anlatmaktadır. Ölüm konusu benim de üzerine çok düşündüğüm hatta birkaç yazı yazdığım bir konu. Okuyucu nasıl düşünürse hikaye o yönde şekillenebiliyor. Rol model olarak gördüğümüz her insanı usta kendimizi de çırak kabul edebiliriz, hayatı ise cambazın üstünde durduğu ip. Daha önce ben de böyle bir metafor kullanmıştım bu yüzden eser bana çok yakın geldi. Karakterimizin ölecek olan insanların yüzünde ben görmesini ise şöyle değerlendiriyorum. Çırak hayatında yer alan çoğu kişinin yüzünde ben görebilir hatta görmekte. Bunun nedeni ise ipte duramayan yani hayata elveda diyen çıraklar veya ustalar. Bunlar ipten elbet bir gün düşecek. Doğal olan insanların o ipten düşmesi yani hayatını kaybetmesidir. Doğum, yaşam ve ölüm döngüsü. Karakterimiz, yazarın metaforunu göre cambazların veya yaşam mücadelesi verenlerin bir gün öleceğini kabul etmiştir. Herkesin yüzünde ben görme potansiyeline sahiptir. Umarım, bizler de o beni görür ve durumu kabullenebiliriz.

Yazı yazmanın rahatlatıcı etkisini kabul etmiş olup bu tarz imgesel kısa yazıların üzerimizde bıraktığı etkiyi de yoğun olarak yaşadığımızı görmezden gelmemeliyiz. Sadece bir şeyler öğrenmek, bir adım ileri gitmek için araç olarak görmekten vazgeçmeliyiz okuduklarımızı. Bir şiirin üzerimizde bıraktığı etkiyi herhangi bir yazıda da bulabiliriz muhakkak. Duygularımızın, kalbimizin bazen ipleri eline almasına müsaade edelim.

İnsanların yüzlerinde bir gün ben olacağını kabullenelim, hoşçakalın. ✋

31 Mayıs 2020 Pazar

LYON GEZİSİ

Merhaba, bana sanki bir romandan kesit okuyormuş hissi veren muhteşem şehir Lyon'dan bahsetmek istiyorum. 2019 yazı, ah o unutulmaz gezi! Fransa'dan schengen vizesi için gerekenler yapılmış, uçuş için en uygun şehri araştırıyorduk. Vizeye hangi ülkeden başvurursanız o ülkeden girmek risksiz olduğu için sadece Fransa'ya olan uçuşları araştırıyorduk. Daha önce vizeyi aldığım ülke yerine farklı bir ülkeden giriş yapmıştım sıkıntısız bir şekilde ama gezilerde ne kadar az risk alırsanız planın aksamaması için elinizden geleni yapmış oluyorsunuz ve bu da sizi rahatlatıyor. Araştırmalarımız sonucunda benim hiç de aklımda olmayan şehir, Lyon'a karar verdik. Rotamız için harika bir konumda olması ve uçuşun diğer Avrupa şehirlerine göre uygun olması bizim için Lyon'u vazgeçilmez yaptı. Lyon'dan sonra Cenevre'ye geçmeyi planlıyorduk Avrupa'nın en ucuz otobüs firması Flixbus ile ve işte asla unutamayacağımız o olay gerçekleşmiş oldu. Yalnızca 1 euroya  otobüs biletimizi Cenevre'nin hemen altında olan Fransa'ya bağlı Annemasse'ye aldık. Fevkalade olay 1 euro, ötesi yok!

Şehre indiğimizde geçen seneye göre insanlarla daha iyi bir Fransızca ile iletişim kurabileceğimi düşünürken yine üstümden atamadığım tutukluk ile görevlilere soru sordum. Şehir merkezine nasıl ulaşacağımızı öğrendikten sonra nihayet turuncu ve sarının şehri olarak isimlendirdiğim Lyon'un merkezine vardık. Daha önce indirdiğimiz çevrimdışı map uygulamaları ve şehir haritalarına güvenerek konaklayacağımız Airbnb evine vardık. İçimizdeki şehri gezmek için tutuşan heyecandan mı yoksa sırt çantalarının ağırlığından mı hemen eşyaları bırakıp keşfe daldık. Artık bir Buse klasiğine dönüşen olayı atlayacaktım az daha. 😆 Apartmana girerken şifreyi doğru tuşladığımıza emin olmamıza rağmen bir türlü içeri giremiyorduk. Benim kötü şansım mı yoksa gerçekten beceriksiz miyiz hala aklımda soru işareti. En sonunda kapıyı kendimize doğru çekip açmamız gerektiğini çözüp çantalardan kurtulma fırsatına nail olduk. 

Konakladığımız evin metroya çok yakın olması inanılmaz kolaylık sağlamıştı bize, hemen merkeze ulaşabiliyorduk. Vieux Lyon (Eski Lyon) denilen yer ilk durağımız oldu fakat şehri yukarıdan görebileceğimiz Fouvrier Bazilikası'na çıkmamız gerektiğini biliyorduk hava kararmadan. Bu yüzden benim için zorlu ama arkadaşım için eğlenceli olan tırmanma sürecimiz başlamış oldu. Dik bir yokuş ve orman yolundan bahsediyorum. Sonunda çekilen çilenin az bile kaldığı manzara ile karşı karşıyaydık. Tüm Lyon ayaklarımızın altında, efsane bir manzara. Meşhur bazilika kapalı olduğu için maalesef içini göremedik, geç kalmıştık. Kısaca bazilika ile ilgili bilgi vermem gerekirse, Bizans Gotik ve Romanesk akımları baz alınarak Pierre Bossan ve Sainte-Marie Perrin tarafından 1872 yılında inşa edilmiş. Bazı kesimler tarafından 19.yy mimarisini yansıtmadığı için eleştirilmiş. O yıllarda Katolik Klisesi'nin gücünü gösteren bir iç tasarımı bulunmakta. 1643'te Avrupa'yı kuşatan veba salgınından Lyon şehrini Meryem Ana'nın koruduğuna inanılmakta aynı zamanda 1870 yılında Prusya-Fransa Savaşı'nda Prusya'nın Lyon'da geri çekilmesi Meryem Ana'nın şehrin koruyucusu olduğuna inanılarak açıklanmakta. Bu yüzden Meryem Ana'ya adanan bir kilise yapılmış. Bir diğer tarihi mekan ise 1424-1778 yıllarında Celestin Nişanı Kilisesi olan ve ilk temsili 6 Nisan 1792'de gerçekleşen Théâtre de Lyon (Lyon Tiyatrosu). Lyon Place Bellecour (Lyon meydan) ise 1825 yılında yapılan Le Cheval de Bronze heykelinin olduğu geniş meydan.

Vieux Lyon'u baştan başa mutlaka yürümenizi tavsiye ederim. Saône ve Rhône nehirlerinin süslediği şehrin bence en iyi köprülerden ve nehir kıyılarından yürüyerek tadını çıkarabilirsiniz. Gün batımının fevkalade olduğu şehir, manyak olursun denilen cinste büyüleyici bir güzelliği vardı. Aşağıya bıraktığım linklerden ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız diye umuyorum. Sadece keşfetmek midir hayat, yalnızca görmek, güzelliklere hayran kalıp huzur bulmak? Bir yazıyı en iyi okuyucuya soru sorarak bitirebilirsiniz diyen hocalarıma selam olsun!

https://www.instagram.com/p/B96n7N0nYQ5/
https://www.instagram.com/p/B96ny6gH0Lv/
https://www.instagram.com/p/B96oDManQsT/
https://www.instagram.com/p/B96npxvHRhP/
https://www.instagram.com/p/CATTff3HSg3/
https://www.instagram.com/p/CATTFdOH6JN/

Değerli olanın peşinden gidin, saygı ve sevgiyle! ✋












28 Mayıs 2020 Perşembe

PLEASE, I CAN'T BREATHE OFFICER

ABD'de polis şiddetine maruz kaldıktan sonra hayatını kaybeden George Floyd'un son sözleri idi bu başlık. Videoyu kendimle verdiğim mücadeleyi kaybedip en sonunda izledim. Ellerinde kelepçe olduğu halde polis tarafından nefes almasını güçleştirecek şekilde boğazına baskı yapılan George Floyd'un videosu üzerine yazıyorum. İnsanların neye dönüşeceğini unutmamak adına, bir canlı hayatının öyle kolay çalınmayacağı herkes tarafından anlaşılsın diye, silinmesin bu görüntüler, yazılsın sayfalarca yazılar, yapılsın saatlerce konuşmalar. Nasıl bir insan bir canlının acı çekmesine göz yumabilir, nasıl ölümüne sebep olabilir. Hiçbir zaman kabul edemeyeceğim bunu. Bir kedinin kaldırımda tekmelenmesini, küçük bir çocuğun ya da kadının üstünde iktidar sağlayıp şiddet uygulayanları, bir canlı hayatının önemsiz görülmesini asla kabul etmeyeceğim.


Ölümden sorumlu olan polis memurları görevden alınmış, binlerce kişi protesto ediyor, FBI soruşturma başlatmış...



Hayattan ne alacağı kalmıştı, neleri yarım bıraktı, çocuğu var mıydı, bir eşi, bir sevgilisi, her zaman gittiği mekanda boş kalacak bir sandalyesi Minneapolis'te öldürülen George Floyd'un. 46 yaş onun için ne ifade ediyordu, 47'ye ne zaman girecekti? Eğer durumu fazla dramatikleştirdiğimi düşünüyorsanız ben de sizlerin bir canlının hayatına yeteri kadar değer vermediğinizi düşünüyorum. Çokça tekrar etmeliyiz bu ismi, George Floyd ve George Floyd'un katilini. Polis memuruna herhangi bir isim layık görmüyorum çünkü o sadece polis şiddetinin vücut bulduğu biri, George Floyd'un katili. Bize çağrıştırdıklarını, düzeltilmesi gerekenleri hatırlamak adına unutmayacağız bu ismi.

İnsan hayatı yerine canlı hayatı demeyi tercih ediyorum çünkü tüm canlıların hayatı eşit değerli. Sırf işe yaradığı için bir atı bir kuştan daha değersiz görmüyorum ya da tanımadığım ve farklı renkte bir insan olduğu için kardeşimin hayatından değersiz görmüyorum George Floyd'un hayatını. Unutmayalım, hafızalarımızdan silinmesin, kollektif hafızamızda yer etsin bu olay. ABD'de olması neyi değiştirir? Uzaklarda yaşanan bu vahşet, sırf bizden uzak diye polis şiddeti ve ırkçılığın sadece kavramlardan ibaret olduğunu mu düşündürür? Hiç sanmıyorum, nerede insanlığın kanayan yarası varsa tampon görevi kendini insan addeden herkese düşer.



Ölümün ne olduğunu yeni yeni kavradığım şu günlerde üzerimde bir şok dalgası yarattı bu olay. Sevdiğiniz birinin hayatı tehlikedeyken anlıyorsunuz, yaşam ne kadar önemli. Hayatımdaki en değerli insanın yaşama mücadelesine ve sevdiklerinin onu yaşatma mücadelesine şahit olurken bir hayatın göz bile kırpmadan çalınmasını kabul edemiyorum. O polis memuru bir hırsız, umutların ve yaşamın hırsızı. Ne gerekiyor bir canlının hayatının çok değerli olduğunu kavramak için. Bir hayat çok kolay alınabilir evet, bazıları bunu yiğitçe de görüyor fakat soruyorum size bir hayata verilen emek, gülümsetmek, umut vermek değil mi asıl hayran olunası, yiğitçe olan davranış. Ben kabul edemiyorum ne bu insanların varlığını ne de bu tarz ötekileştirici ideolojileri. Neden kolay olan ve tercih edilen hep yıkıp dökmek oluyor? Bu kustuğunuz öfkenin kaynağını bulup kendinizi neden iyileştirmiyorsunuz? Toplumun toksikleri, umarım kötü bir olay deneyimlemeden keşfedersiniz yaşamın asıl dinamiklerini.



Saygılı olun yaşama, doğaya, canlılara karşı! Sevgiyle kalın. ✋







27 Mayıs 2020 Çarşamba

ÜÇ BEŞ KİŞİ ROMANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME


Üç Beş Kişi romanı edebiyatımızda önemli yeri olan Adalet Ağaoğlu tarafından yazılmış olup ilk yayınlanma tarihi 1984’tür. Farklı anlatım tekniği ile göze çarpan eser, 1980 öncesi karakterleri çalışır. Türk tarihinin çalkantılı dönemlerinde ele alınan 5 karakter birbirine bağlıdır. Eser Eskişehir, İstanbul ve gece teması üzerinde şekillenir. Dönemin olayları eserde baş köşeye oturmasa da bunun yerine sık sık bugün kaç ölü, kaç yaralı soruları yer almakta. Bu da inceden inceye okuyucuya tarihi gerçekleri hatırlatıyor. Bunun yanı sıra kadının toplumdaki yeri de sorgulanmakta. Eserin dili ne sade ne de ağdalı. Olaylar kısa bir zaman içerisinde gerçekleşse de sık sık geri dönüşlere başvuruluyor ve ihtimal dahilinde olan senaryolar gerçekten yaşanıyormuşçasına anlatılıyor sonra gerçeğe dönülüyor. Bu da eserin derinliğine katkı sağlıyor ve okuyucuyu zorluyor. Anlatım tekniğindeki bu tarz farklılıklar ilk başlarda eserden uzaklaştırsa da alıştıktan sonra akıcılığa kendinizi bırakıyorsunuz.
Okuyucuyu harekete geçmeye iten muhteşem bir girişle başlıyor kitap. Harekete geçen bir diğer kişi ise Eskişehir’in prensi Murat. Ablası Kısmet’ten İstanbul’a geleceğine dair bir telgraf alıyor. Bu telgrafın etkisi karakter üzerinde hayli fazla, bu bilgi ile ne yapacağı ile ilgili derin bir muhakeme içerisine giriyor. Sonunda ablasının eski sevgilisi ve önceden ablası buraya gelirse haber vermesini söyleyen Ufuk’u bulmaya karar veriyor. Murat’ın bir zamanlar onu destekleyen bir arkadaşına borç ödeme şekli bu. Bu yolculukta ailesi ile ilişkileri, müzik hayatı ve Selmin’le arasında yaşananlara değiniliyor. Murat zincirlerinin ne olduğunu çözemeyen ve bu yüzden de onları kıramayan pasif bir karakter. Kısmet istediği hayat için çok geç mücadele etmeye karar veren bir kadın. Arkadaşı, yetim olan Kardelen ise mücadele etmeyi seven ve hayata meydan okumuş bir kadın. Hayatındaki erkeklerle olan ilişkileri konu edinmiş. Kardelen tutku ve sevginin ayrımını yapıyor Murat ve Tahsin karakterleri üzerinden. Ferit Sakarya karakteri ise çoğu kişinin saygı duyduğu, sorgulanmayan fikirleri olan, memleket meselelerine eğilmiş, yurt dışında eğitim görmüş, saygın insanlardan biri. Aslında çoğu kötü sonuçları olan olaylara dur diyebilecek bir karakterken pasif kaldığını görüyoruz ama her bireyin kendi hayatını şekillendirmesi gerek. Murat dayısından nefret etmek yerine onu rol model alabilir veya içindeki tutukluğu başka türlü kırmaya çalışabilir, Kısmet ise Kardelen gibi aşk konusundan cesur olabilirdi.
 En çok etkilendiğim cümlelerden biri İnsanın yaşamında hoşnut edilmeye değer üç beş kişinin kalmış olması az şey midir? idi. Benim gözümde, romanda çoğu yerde kopukluklar olsa  akıcılığından bir şey kaybetmemiş. Geçmişe dönüşler ve ihtimallerin gerçekleşen olay anı ile harmanlanması yazarın kafa karışıklığından değil de bile isteye bu tekniği kullandığını hissettiriyor. Bu yüzden çok iyi dokunmuş bir eser okuduğumu düşünüyorum. Karakterlerin bazıları birbiriyle bağlantılı ama anı zamanda ayrıydı. Yazarın yaptığı psikolojik çözümlemelerde bunu fark etmek mümkün. Eserden okuyucunun günlük hayatına yardımcı olabilecek dersler çıkarmak da mümkün. Mesela insanların destek isteyebileceği ve alacağı üç beş kişinin muhakkak olması gerektiği, toplumsal olaylardan ve iletişimden kopukluğun zararlı olabileceği, kişinin kendisini tanıması ve önceliklerini belirlemesinin önemi gibi.

Sevgiyle kalın, sevdiklerinize ve kendinize çok iyi bakın. ✋




24 Mayıs 2020 Pazar

ANKARA ROMANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Ankara romanı Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından yazılmış, 1934 yılında Akba Kitabevi’nde yayınlanmıştır. Okuduğum kitap ise 7. baskı olup İletişim Yayıncılık tarafından yayınlanmış, toplam 264 sayfadan oluşuyor. Roman adından da anlaşılacağı üzere Ankara’yı anlatıyor. Sadece bir şehir betimlemesinden ziyade Ankara, bir dönemin bitişi ve başlayışının merkezinde olduğu için kitapta kapsamlı analizlere yer verilmiş. Toplam 3 bölümden oluşan kitabın ilk bölümü Sakarya Savaşı öncesi 1922’ye kadar, ikinci bölüm Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanını izleyen yıllar (1926’ya kadar) ve son olarak üçüncü bölüm Cumhuriyet sonrası yıllardan oluşmaktadır. Bu üç bölümde farklı kimliklerle ana karakter olarak karşımıza çıkan Selma yer alıyor. Selma her dönemde hayatına giren erkeklerle bizim dönemi anlamamıza yardımcı oluyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu o tarihlere birinci gözden tanıklık etmiş bir yazar olduğu için güçlü bir eser inşa etmiş. Cumhuriyete gebe halkın sancılarını, doğumu ve ortaya çıkan çocuğu anlatmıştır. Eserde karakterleri üstünkörü anlamak karakterlerin temsil ettiklerini kavramamaya varır. Tamamıyla olayların ve karakterlerin o zamandan birer parça olduğu kabul edilmeli. Eserdeki mekanlar, olaylar ve karakterler Cumhuriyet tarihinin gerçekçi ögeleridir.

Birinci bölümde Selma Hanım Ankara ile tanışıyor, bu tanışma daha önce hiç İstanbul dışında yaşamayan bir kadın için çok zor. Ankara Anadolu’nun bir parçası, yıkık dökük evleri, yolu olmayan sokakları ile. Osmanlı’nın gözdesi hatta kalbi İstanbul’un yanında virane bir şehir. Tıpkı Anadolu’nun diğer şehirleri gibi. Selma Hanım Ankara’ya ne kadar uzak ise Osmanlı da öyle. Kocası Nazif Bey bir banka şefidir, ne kurtuluş savaşı onun için önemlidir ne de cumhuriyet. Zayıf bir karakter olan Nazif’in bu yönünü, Selma ancak başka insanları (Binbaşı Hakkı) tanımasıyla görecektir. Kendisi milli mücadelede yer almak isterken kocasının güvenli bir yer arayışı Selma’yı kocasından artık tamamen uzaklaştırmış ve boşanmışlardır.

İkinci bölümde zafer kazanılmış, Hakkı Bey ve Selma Hanım aktif rol oynamıştır bu zaferde. Selma Hakkı Bey’i, Nazif Bey’in arkadaşı Murat Bey sayesinde tanımıştır ve amacını çok kutsal gördüğü için ona katılmıştır. Hakkı karakteri Selma’da mücadeleci bir ruh oluşturmuştur ve Selma bu hedefe giden yola, amaca hayran kalmıştır. Hakkı Bey’le evlenmiştir ancak zafer sarhoşluğuna kendini kaptıran eski binbaşı git gide kendini Selma’dan uzaklaştırır. Yanlış batılılaşmanın somut bir örneği olan Hakkı için artık Vatan değil kendisi önce gelir. Gavur dediği Avrupa artık onun için özenilmesi gereken bir medeniyettir ve bu durumu o kadar abartır ki Selma’nın gözünde çevredeki aşırı tiplerden birine dönüşür. Sohbetinden zevk aldığı ve düşüncelerinin karşılık bulduğu genç muharrir Neşet Sabit ile sohbet ettikçe Selma artık bu duruma katlanamaz ve Hakkı’dan boşanır. Böylelikle öğretmenlik hayatı başlar.

Son bölüm Yakup Kadri’nin hayali olan Ankara’dan bahseder. Selma ve Neşet Sabit evlenmiştir. Selma Anadolu’nun çoğu yerine yeni değerleri tanıtmayı hedef edinmiş cumhuriyetçi, milliyetçi bir kadına evrilmiştir. Halk Evleri, Toplumsal Mükellefiyet Teşkilatı yeni düzenin merkezi olmuştur. Hayal edilen, genç, dinamik karakter tiyatro sanatçısı Yıldız ideal Türk insanı olarak karşımıza çıkar.

İlk sayfadan son sayfaya kadar tarihe gerçekleri bizlere sunan Ankara’da, okuyucu olarak Nazif karakterinin vurdumduymazlığı beni de Selma gibi rahatsız etti. Bir diğer karakter Hakkı Bey’i Selma'nın bu kadar etkilenmesini içselleştiremedim. Hakkı Bey zaferin ne olduğunu kavrayamamış yanlış batılılaşma örneğinin adeta vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkmakta. Zafer kazanmak için savaştan galip çıkmak yeterli değil, bunun için halkla bütün olup bir gelişme sürecine girmeliydi. İlk olarak Ankara Palas’ın önünde duran yoksul halkla birlik olup kurtuluş savaşını devam ettirmeliydi. Bu yüzden ben Hakkı karakterini Nazif’ten daha zayıf görmekteyim.

İkinci bölümle ilgili dikkatimi çeken ise Cemile karakteri idi. Romanın başında da aslında görünmez bir karakter olan Cemile salon hayatına geçildiğinde kendisini ne kadar Avrupalı tarzda göstermek adına çabalasa da bunu başaramıyor ve eskiye göre daha mutsuz, asık suratlı birine dönüşüyor. Hangi devirde olursa olsun toplumun beğenisi üzerinde şekillenen güzellik olgusunu burada da görüyoruz. Mutluluğu etrafındakilerin sahte mutluluğu üzerinden puanlayan, baloda üstünde mücevher taşıyan Cemile büyük bir yanılgıda çünkü o zamanların ve hatta şimdinin de mutlu insanı öğrenme, öğretmeye dayalı da olabilir. Çevresindekilerin çemberinden uzaklaşamayan Cemile mutluluğu yanlış yerde arıyor.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun başyapıtı olan Ankara herkes tarafından okunmalıdır yalnızca siyaset ya da tarih ile ilgili olanlarca değil. Yazar, Selma üzerinden Ankara’yı, yeniliğe ayak uydurmaya çalışıp tökezleyen Osmanlı toplumunu, Kurtuluş Şavaşı’nın neleri hedefleyerek yapıldığını, bu hedefi anlamayanları ve bunu anlayıp kendine amaç edinenleri gibi daha bir çok kesimi ve olayı o zamanların tarihi dokusunu hissettirerek anlatıyor.

Kitapları yoldaş edinin, sevgiyle kalın. ✋






23 Mayıs 2020 Cumartesi

ROMA GEZİSİ

Merhaba, bugün 2018 yazında Roma'ya yaptığım geziden bahsedeceğim. Bilgilendirici bir yazı olmaktan ziyade tamamen kişisel bir yazı olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Bunun için neden bu kadar geç kaldığımı düşünüp üzülmek yerine karantina günlerinde böylesine heyecan verici bir meşgale ile uğraştığım için mutluyum. Bundan sonraki yıllarda yani demem o ki Covid-19 döneminden sonra artık gezilerin eskisi kadar kolay gerçekleşeceğini düşünmüyorum. Ulaşım, konaklama fiyatlarının artmasının yanı sıra dünyanın her hangi bir yerinde her hangi bir dağa, denize, tarihi yere gitmenin zorlaşacağı kanısındayım. Bu yüzden anılarım daha çok anlamlandı ve alzheimer olmadan ileride okuyup hatırlayacağım şekilde biriktirmek istedim. Bunun için Roma güzel bir başlangıç olacaktır. İnsanlık umarım bu zorlu günleri atlatıp daha bilinçli hale gelir ve doğanın bir parçası olduğumuzu anlayıp ona göre şekillenir. Herkesin bilinçlenmesi umuduyla diyerek kendimi 2018 yazına atıyorum. 

İlk yurt dışı uçuşumun İtalya olması beni mutlu ediyordu fakat yabancı dilimin yeteri kadar iyi olmaması, farklı bir ülke deneyimlemek, konaklama, ulaşım gibi midemde kelebeklerin uçuşmasına sebep olan konular yüzünden biraz gergindim. Buna rağmen yine de sanıyorum bu tatlı heyecanı çok defa tatmak istedim ve hala istiyorum. Benim sadece aşık olduğum zamanlarda midemde kelebekler uçuşmaz, sanıyorum çok az dinleniyorlar ve her daim oradalar. Konuya tekrar dönecek olursak, ne olmuş yani biraz korku ve gerilim varsa bir işin içinde! Hepsi bizim kafamızda değil mi, biz bitirmek istersek biter ancak biz devam ettirirsek kalabilir. Tabi istemediğimiz duyguları kovma yöntemini de bilmek gerek, bulun onu.🌝 

https://www.booking.com/hotel/it/mth-eliocentrismo.tr.html 
Konakladığım yerin linkini bıraktım, mükemmel bir konumu var çünkü manzarası Vatikan. Fiyatı gayet uygun olduğu için de artı puanları yükseliyor. Yalnız mekana giriş konusunda sorun yaşadık, teknoloji ile imtihanımız diyebilirim. Mail adresimize gönderilen giriş koduna internete erişimimiz olmadığı için ulaşamadık ve böylece yurt dışı maceramın ilk saatleri otelin önünde 9 kg çantamla kapıyla bakışarak geçti. Bir de Booking kullanıyorsanız eğer ekstra istenen ücretleri göz ardı etmemek gerekiyor. Dikkatli bir araştırma yapınız çünkü temizlik ücreti, şehir vergisi gibi ücretlendirmeler çoğu zaman total fiyata dahil olmamakta. 
Tiber nehrinin yanı başında, bana o akşam vaktinde dünyanın en harika sesine sahip birini dinliyormuş hissi veren sanatçı, ahh. Ne müthiş bir andı o. Gece boyu yorulmadan, bir filmden çıkmışcasına görünen dar sokaklarda yürüyüp, Collesium ve Trevi Çeşmesi'ni görmek ve çeşmenin başında yanımızda oturan insanlara çekirdek ikram etmek. Hiç bilmediğin yerler, tahminler, hayaller ve araştırmalar sonucu işte karşında, bu karşılaşmanın yol açtığı heyecan çok az şeyle kıyaslanabilir. Çoğu zaman memnun kalınsa da bazen hayallerinde daha güzel olabiliyor o yerler bazen de hayal kurmak ve yaşamak aslında tamamen denkmiş hissi veriyor. Şunu da söylemek isterim, hayallerimizi çok kolay değiştirebillirken yaşamlarımızda bu o kadar kolay olmuyor. Yaşamlarımız bazen başkalarının bir sözüne bağlı iken kişinin kendi hayatı söz konusu olduğunda yön vermek kolay olmuyor. Hepimiz için tüm hayatımızın iplerini elimizde tutmayı ve onu iyi kullanmayı diliyorum. 

Roma diyorum, 2800 yıllık şehir. Neler yaşandı bu şehirde ne aşklar, ne ölümler, ne kavgalar oldu, nasıl kalpler çarptı? Benim kısa süre gezme şansımın olduğu şehir, sınırlarımı sadece benim çizebileceğimi öğreten şehir. Anlam yüklediğim, anılar biriktirdiğim şehir. Lütfen anılarımı unutmak mümkün olmasın. Geçmişe tutuk bir insan olduğumu düşünmüyorum ancak bazı şeyler kaybolmasın istiyorum. Mesela hep yüzüme gülümseme bırakanlar değil, kaşlarımı çatmama sebep olan, gözlerimi dolduran, benliğimi derin doluluklara atan anılara da ihtiyacım var benim, ben kalabilmek için. 

Size gözümün nuru olan fotoğraflarımı biriktirdiğim instagram hesabımdaki Roma'da çektiğim bazı fotoğrafların linkini bıraktım, umarım gözlerinizi şenlendirir. 

https://www.instagram.com/p/BmN5gOLhUQu/?igshid=ugn7l3hb6gkt

https://www.instagram.com/p/BmN5QBQhqto/?igshid=1549vwh9g16un

https://www.instagram.com/p/BmN5IwKBNdG/?igshid=hecu4lr622xx

https://www.instagram.com/p/BmN5AHnBqxy/?igshid=19mndj9cmic0g

https://www.instagram.com/p/BmN47s7h6v4/?igshid=jc74ecyl747u

https://www.instagram.com/p/BmN404lhuXR/?igshid=kgz68p91719j

https://www.instagram.com/p/BmOOJYyBPUQ/?igshid=g01hzxnbi6tv

https://www.instagram.com/p/B_r8hWHnDiL/?igshid=zzug4r0guacc


Değerli olduğunuzu unutmayın, kendinize iyi bakın, doya doya yaşayın.



19 Mayıs 2020 Salı

ÇİZGİDE KALABİLMEK

Merhaba, çoğu insanı zaman zaman düşündüren bir konu ile ilgili yazıyorum. Aynı zamanda insanı okuduğu zaman ferahlatan ve yeni bir pencere aralatan bir yazı olmasını umut ediyorum. Konu, nefes almayı bırakmak, ölüm. Sıradan betimlemeler hatta belki süslü kelimeler seçerek bu kaotik havayı dağıtmak isterdim ama bu ne mümkün! Nefes almayı bırakmak, bu dünyadan göçmek, gökyüzüne yıldız olmak... Bunlar ve daha niceleri gibi güzel süslemeler var. Gerçekten gizliyor mu peki bu süsler, bir canlının yok oluşunu? 

Ne zaman düşünsek ölümü güçleşir nefes almak, kaybettiklerimiz aklımıza gelir kaybetme ihtimalimiz olanlar ile el ele. Sanmıyorum ki ilk düşünme anında akla gelen kişinin kendi ölümü  olsun. Neden akla ilk bu gelmez? Sonuçta bir gün biz de nefes almayı bırakacağız, bunun korkusunu yaşamak gayet doğal. Ölümün kıyısından köşesinden tutmuş olanlar anlar belki bu dediğimi. İntiharı düşünenler ve düşünmeyenler, yalnızlar, kalabalıktakiler...  Muhakkak bazı insanlar da ilk olarak kendi ölümlerini düşünebilirler. Çoğunluk için ölüm kelimesinin akılda ilk çağrıştırdığı başkasını kaybetme korkusu veya daha önceden kaybettiklerinin acısıdır. İnsanlarla konuşmak için neredeyse en son tercih edilen bu konu daha fazla gündemde olmalı çünkü biz de bir gün elbette ölümle tanışacağız. 

Peki ölümde bu kadar korkunç, acı olan ne? Bencilce ölen kişinin eksikliğini hissetmek mi, yoksa ölünün geride kalan hayalleri mi? Yanlış mı yapıyorum bilmiyorum ama ölü lafını daha çok duyarsak kolaylaşacak bazı şeyler. Kabullenmenin güç olduğu bu yaşamda bir sürü ölü oldu, tam şu anda ölenler var ve ölmeye devam edecekler. Bu kadar basit bir denklemde bilinmeyen ne? Doğum, yaşam ve ölüm. Neyi anlamakta sorun yaşıyoruz, kabul edemiyoruz? Belki de yaşanmamış aşkları, kaçırılmış trenleri, bir çocuğun göz yaşını, kırılan vazonun onarılamamasını, bir babanın gerçekleştiremediği hayalleri, özgür koşma şansını bulamayanları, adaleti yakalayamayanları, feda edilenleri, söylenecek sözlerin yarım kalmasını kabul edemiyoruzdur.

Başlığımı çizgide kalabilmek diye seçtim çünkü yaşamı bir çizgi olarak görüyorum ölümü ise çizginin dışına çıkanlar. Bunlar bazen kendi istekleri ile çıkarlar bu çizgiden, bazen melun bir hastalık ile, bazen bir başkası bir diğerini çıkarır çizgiden, bazıları yanlışlıkla çıkar ya da yanlışlıkla birilerini çıkarır. Hep o çizgide kalan olmaz hiç, bir gün mutlaka çıkılacaktır o çizgiden. Şöyle güzel bir yanı var bu çizginin, sen şekillendiriyorsun. Bazen kocaman bir kalp yapıyoruz o çizgiden, bazen bir dönme dolap, bazen bir karavan. Ne istersek oluyor çaba ve umutla, bir sürü de alternatifi var mesela dönme dolap olmazsa gondol. Bu çizgide insan olarak kalmak en önemli şey çünkü çizgide sizi etkileyen bir çok faktör oluyor iyi ve kötü. Bu ayrım hiçbir zaman net değildir aslında ama iyi ve kötü yargısı hep olmalı. Zihin süzgeci hep aktif olacak bu etkilerin altından kalkabilmek için. Çizgiyi birleştirme yöntemleri de olacak, sevgiliyle, arkadaşlarla, aileyle, öğretmenlerle,... Seçilen çizgi arkadaşlarıyla mutluluk katlanacak. Çizgiden ayrılanlar derin kederlere boğacak bizi ama hala çizgide kalınacak ve devam etmenin zorlukları ile mücadele edilecek. Çizginin bir yerinde eksiklik oluştuğunda yine devam edilecek, çizgiyi tamamlamanın bir yolu bulunacak, bulunmak zorunda. Bu zor biliyorum, çizgide kalabilmek.  

Kendinize ve sevdiklerinize iyi bakın, doya doya yaşayın. ✋